Savaş Türkiye'de Siyasalın Belirişi Savaş Yayınevi
Savaş Akademik Kitaplar Barbaros Koçak- Ürün Özellikleri
- Ödeme Seçenekleri
- Teslimat ve İade Koşulları
- Yorumlar (0)
-
Savaş Türkiye'de Siyasalın Belirişi Savaş Yayınevi
2010-2020 Arasında
Türkiye'de Siyasalın Belirişi
Dr. Barbaros Koçak
İçindekiler
1.Bölüm
Giriş
2. Bölüm
Siyasal Olanın Metafiziksel Olarak Temellendirilmesi
3. Bölüm
Siyasal Olanın Radikal Olarak Temellendirilmesi
4. Bölüm
Siyasal Olanın Demokratik Olarak Temellendirilmesi:Popülizm
5. Bölüm
Türkiye’de Siyasal Olanın Popülist Olarak Temellendirilmesi
6. Bölüm
Sonuç
Kaynakça
Tablolar Listesi
Harita 1: 2011 Genel Seçim Sonuçları
Harita 2: 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçim Sonuçları
Harita 3: 7 Haziran 2015 Genel Seçim Sonuçları
Harita 4: 2017 Referandum Sonuçları
Harita 5: Mak Danışmanlık Adalete Güven Anketi
Önsöz ve Teşekkür
Türkiye’de toplumsal ve özel alanda gündelik hayatın en önemli sohbet veya tartışma konularından birisi hiç şüphesiz siyaset olagelmiştir. Siyaset, gündelik hayatta aile içinde, sokakta, kahvehanelerden, dolmuş duraklarına, berberlerden hemen hemen toplumsal alanın tamamına sirayet etmiş başlıca meseledir. Birbirlerini tanımayan insanlar bu mesele üzerinden sanki yıllarca birbirlerini tanıyorlarmış gibi hem tartışabilir hem de dost olabilirler. Dahası birbirlerini tanımayan bu iki insan birbirlerini öldürebilir ya da birbirlerinin uğrunda ölebilir. Peki bu durum nasıl açıklanabilir?
Modern siyaset teorisinin genel anlamda bizlere sunduğu çerçeve toplumsal alanın nesnel bir yapı arz ettiği gerçeğine, bu alanda gerçekleşen çatışmaların ya da uzlaşmaların da nesnel bir zemininin olduğu iddiasına dayanmaktadır. Yani toplumsal alanda verili kimlikler, bu kimliklerin verili çıkarları vardır. Bu açıdan toplumsal alanda öğeler zorunlu olarak ortak çıkarlar dolayısı ile bir araya gelirler ve çatışan çıkarlar itibari ile de ayrışırlar. En önemlisi tarih bu çatışmaların ortadan kalkacağı bir sona doğru akmaktadır.
Ancak bu açıklamanın bizleri tatmin etmesi imkânsız. Öyleyse nasıl oluyor da birbirinden farklı toplumsal kesimlere, kimliğe, gelir düzeyine, sosyal statüye, entelektüel kapasiteye, en önemlisi çıkarlara ve taleplere sahip öğeler bir araya gelebilirken, aynı toplumsal kesime, kimliğe, sosyal statü, çıkar ve taleplere sahip kişiler bir biri ile çatışabiliyor? Nasıl oluyor da aynı aileden kardeşler farklı siyasi tercihlerde bulunabilirken, hiç tanımadıkları insanlar ile daha sağlam kardeşlik ilişkisi geliştirebiliyorlar? Aynı apartmanda, aynı katta oturan iki komşu neden siyaseten farklı bir yol seçmektedirler? Ya da aynı siyasi tercihte bulunan insanların destek verdikleri siyasetçiler hakkındaki izlenimleri birebir örtüşmekte midir?
Şüphesiz bu sorular Türk ve dünya siyasetinde güncelliğini hala korumaktadır. Üstelik Türkiye’de son 10 yılda yaşanan gelişmeler ile birlikte bu sorulara yenileri eklenmiştir. Özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçilmesi ile birlikte, AK Parti ve MHP arasında Vatan Partisinin dışardan desteklediği Cumhur İttifakı, CHP ile de AK Parti’nin ayrıldığı Saadet Partisi ve MHP’den ayrılan İYİ Parti arasında üstüne üstlük HDP’nin dışardan desteklediği Millet İttidakı kurulmuştur. Kısacası durum hiçte modern siyaset teorilerinden hareketle açıklanabilecek bir görünüm arz etmemektedir. Birde bu duruma 29 Mart 2019 yerel seçimlerinde henüz tanınırlığı İstanbul çapında bile % 16’larda olan Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerini, iki kez hem de ikincisinde büyük bir fark ile kazanmasını ve akabinde isminin cumhurbaşkanlığı adaylığı ile ilgili olarak geçmesini ekleyecek olursak durum oldukça şaşırtıcı değil midir?
Tüm bu karmaşık durumu bütünü ile açıklayabilecek güçlü ve bilimsel bir yanıt bulmak oldukça zor. Çünkü siyaseti sadece bir bilim dalına indirgemek neredeyse imkânsız ve temel inceleme alanı olan toplumun tam ve nesnel olduğuna dair ön kabüller oldukça aldatıcıdır. Toplumsal alanın kedisine özgü mistik ve bir o kadar da şaşırtıcı yapısını fark etmek için arif olmaya gerek yok. Bu açıdan yukarda sorulan sorular gündelik hayatta hepimizin sürekli olarak karşılaştığı, gözlerimizin önünde sürekli apaçıklığı ile duran bir durumu bizlere arz etmektedir. Peki, bizlerin bu soruları gözden kaçırmasına neden olan şey nedir? Bu sorunun cevabı siyaset ve siyasal arasındaki farka dayanmaktadır. Toplumsal alandaki kurumsallaşmış pratiklerden hareketle nesnel çatışmalara ve uzlaşılara işaret eden siyaset, aslında toplumsal nesnelliğin inşa-kuruluş anına işaret eden Siyasal’ın modern teoriler çerçevesine sıkıştırılması bastırılması ve bir bilim kalıbına dökülme çabasının sonucudur. İşte bu toplumsal nesnelliğin kuruluşu, gözlerin önüne perde çeken ve bizlere bu soruları sormaktan alıkoyan Siyasal’ın sihiridir.
Buradan Siyasal bir sihir ise siyasetçilerde sihirbazlar mı? Şeklinde basit bir sonuç çıkarılmamalı! Aslında bahsetmeye çalıştığım durum oldukça ciddi ve hepimizi çok yakından ilgilendiriyor. Geçtiğimiz yüzyılın en önemli düşünürlerinden Lacan, ilk altı ayında kelimelerden ve imgelemden yoksun bir bebeğin hakikatle iç içe olduğunu, daha sonra kendi dışındaki bir imge ile özdeşleşme edimi ile taklide başvurarak hakikatten kopmaya başladığını ve bu andan sonra kavramlar yolu ile hakikatle bir daha asla irtibat kuramayacağı bir semboller sistemi içerisinde kendi nesnel gerçekliğini kurmaya başladığını belirtir. Çünkü, bu andan itibaren hakikat her zaman öznenin kendisini özdeşleştirdiği sembol üzerinden, bir dolayım yolu ile kavranmak zorunda kalınacaktır, bu ise hakikat ile her zaman çarpıtılmış, eksik ve yanlış olarak temas kurulacağı anlamına gelmektedir. Ayrıca bu süreçte özne özdeşleşme edinimini tek bir seferliğine gerçekleştirmez, toplumsal hayatta karşılaştığı her problem ya da sorun ile birlikte bu sembolik çerçeve hasar alacaktır, yıkılacaktır ve her defasında kendine özgü, kısmen ve geçici olarak sabitlenmesi sonucunda yeniden inşa edilecektir. Bu bağlamda Stavrakakis insanların sabit ve tamamlanmış bir kimlik kurma hülyasıyla hareket ettiklerini, ancak bunun sadece fanteziler veyahut semboller yoluyla gerçekleşebileceğinden özdeşleşme ediniminden daha ileriye gidemeyecek olan bir çaba olarak kalmaya mahkûm olduğunu, süregiden bu özdeşleşmenin, hayat boyu devam eden ve başarısızlıklarla sonuçlanacak olan siyasal bir oyundan başka bir şey olmadığını belirtir. Bu açıdan siyasal an tam olarak Adem’in cennetten kovulma anına denk düşmektedir.
Chantal Mouffe’da bu minvalde modern teorilerde siyasalın görmezden gelinmesinin ya da ortadan kaldırılması hedefinin, antagonizmların olmadığı kendi ile tam bütün ve som bir cennet hayatının dünya da kurulmasının hedeflenmesinden kaynaklandığını belirtir. Marksizm’de sınıf çatışmaları komünist topluma ulaşılması ile, liberalizmde ise bireyler arasındaki nesnel çatışmalar parlamenter demokrasilerin dünyaya hâkim olması ile son bulacaktır. Ancak vaat edilen cennet hayatı hem gerçekçi değil, hem de demokratik bir sistem için oldukça tehlikelidir. Çünkü toplumsal alanda meydana gelen çatışmalar sembolik bir düzeyde meydana geldiğinden nesnel bir zemini bulunmamaktadır. Bu anlamda Lacalu ve Mouffe toplumsal alanda ki çatışmalara işaret etmek için siyaset teorisine, son yılların en önemli katkılarından biri olan, antagonizma kavramını geliştirerek kazandırmışlardır. Antagonizma verili iki öğe arasındaki nesnel bir çatışmadan ziyade, bu iki öğenin de girmiş oldukları antagonistik ilişki dolayımı ile kurulduğuna işaret etmektedir. Bu anlamda antagonizma her türlü nesnelliğin sınırlarına göndermede bulunur. İşte bu sınırlar kimliği, toplumsal nesnelliği ve hatta varlığın belirlenim kazanmasına olanak tanıyan sihirli siyasal sınırlardır.
Bu kitap yukarda kısaca bahsedilen ve ilk dört bölüm boyunca detaylandırılmaya çalışılacak teorik arka plan ışığında, 2010-2020 yılları arasında Türk siyasal hayatında yaşanan gelişmeleri, hegemonik siyasal aktörler ve söylemler arasında yeni bir toplumsal nesnellik inşa etme mücadelesi olarak, post-temelci bir bakış açısından ele almaya çalışmaktadır. Özellikle ‘millet’ olgusunun boş gösteren olarak siyaset sahnesine güçlü bir aktör olarak dâhil olması ile birlikte, ‘millet’in yani ‘biz’in nasıl tanımlanacağı, ‘biz’ ve ‘onlar’ı ayıran antagonisttik sınırların nerelerden geçtiği, bu süreçte mücadele içinde olan aktörlerin siyasi söylemlerinin ana muhtevasını oluşturmaktadır. Bu açıdan ele aldığımız dönemin güçlü ‘siyasal’ karakteri olduğu görülmektedir. Bunun en açık göstergesi, Türkiye’de siyasetin zeminini popüler kimliklerin oluşturması, yani popülizmin yükselişidir. Ancak, bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, popülizmin yükselişinin siyasi liderlerin kullandıkları dil ve söylem dolayısı ile toplumsal alanı ikiye bölmelerinden kaynaklanmadığıdır. Tam aksine, bir mantık olarak popülizm toplumsal alanda talepleri karşılanmayan öğelerin olumsal olarak meydana getirdikleri eşdeğerlik zincirinin toplumsal alanı iki antagonistik kampa bölmesinin sonucudur. Yani popülizm toplumsal yarılmanın bir nedeni değil, sonucudur. Bu süreci görünür kılan, toplumsal alanı bölen antagonistik sınırlarda ve karşıt hegemonik güçler arasında gerçekleşen çatışmaların sonucunda siyasal kimliklerde gözlemlenen değişimlerdir. Bu değişimler siyasal alanda, siyasal partilerde meydana gelen bölünmelerde, siyasal aktörlerin kullandıkları söylemlerde, aktörler arasında gelişen ittifaklarda ve seçim sonuçlarında net olarak gözlenebilmektedir.
Bu kitapta, Türkiye’de popülizmin yükselişinin ve toplumsal alandaki antagonistik sınırlarda meydana gelen değişimlerin, eleştirilebilir yanları olmak ile birlikte, ‘demokrasi’ açısından birçok önemli kazanımının olduğu iddia edilmektedir. Buna ek olarak, bazı eksik yanlarının olduğunu kabul etmekle birlikte, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin, toplumsal alanda eşdeğerlik mantığını dikkate alması dolayısı ile popülist mantığın kurumsallaşmasında önemli rol üstlenebileceğini ileri sürmektedir. Türkiye’de popülist mantığın, kuruluşundan itibaren AK Parti ve 2010 sonrasında da CHP tarafından gittikçe göz önünde bulundurulması ve toplumsal alanda ‘eşdeğerlik’ mantığına yönelik ‘özdeşleşme’ ihtiyacını karşılamak amacı ile dikkate alınmaya başlaması, bu argümanların hem ileri sürülmesinde hem de gerekçelendirilmesinde kilit rol oynamaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, 1980 yıllardan itibaren zayıflayan ve 1990’larda büyük bir krize giren resmi ideolojinin hegemonyasının, 2011 yılı itibariyle yerinden edilmesi ile iktidarın boş bir yer haline gelmesidir. İktidarın boş bir yer haline gelmesi, Türkiye’de antagonistik sınırların yeniden çizilmesi, yeni eşdeğerlik zincirlerinin kurulması ve kamusal alanda, sosyal medya da dâhil olmak üzere hegemonik güçlerin kıyasıya bir mücadeleye girmeleri ile sonuçlanmıştır. Burada demokrasi açısından umut verici en önemli nokta, hiçbir hegemonik hareketin toplumsal alan ile toplum arasında 2007 ve 2010 referandumları sonucunda meydana gelen mesafeyi ya da ontolojik farkı kapatamamasıdır.
Ayrıca bu mesafenin ya da farkın kapatılmaya çalışılması hegemonik siyasal aktörler ve söylemler arasındaki mücadelenin ana hedefini oluştururken, mücadelenin meşruiyet zemininin toplumsal alana kayması ile sonuçlanmıştır. Bu nedenle toplumu belirleyen ve tanımlayan bir devlet ve siyaset geleneğinden, toplumsal alana içkin olan antagonizmlar ve eklemlenmeler etrafında şekillenen bir toplum anlayışına ve devlet sistemine geçildiği görülmektedir. Bu açıdan hem AK Parti’nin hem de CHP’nin söylem ve stratejileri metafizik ilkeler üzerinde yükselen bir toplum modelinden kaynaklanmadığı gibi, aşkın bir toplum hedefine de yönelmediği dikkat çekmektedir.
Bu durum Türkiye’de toplumun zeminini metafizik temellerden ziyade, toplumsal alandaki öğelerin olumsal olarak bir araya gelerek oluşturdukları bir eşdeğerlik zincirinin teşkil ettiğini göstermektedir. Bu eşdeğerlik zinciri popülist kimlikler ve boş gösterenler yolu ile temsil edildiğinden, ele alınan dönemin siyasal karakterinin gösterilmesinde ve incelenmesinde oldukça zengin bir malzeme sunmaktadır. Ayrıca temellerini radikal olumsallığın teşkil etmesinden dolayı, popülist kimlikler toplumsal alandaki çoğulculuğun ve demokrasinin zorunlu koşulu olarak değerlendirmek gerekir. Bu açıdan, eksikleri olmakla birlikte Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi popülist mantığın kurumsallaşmasına olanak tanımakta, siyasal olanı toplumsal alana indirgeyerek, demokrasinin zorunlu koşullarının zeminini oluşturmaktadır.
Bu argümanların hem ileri sürülmesinde hem de gerekçelendirilmesinde Türkiye’de siyasal aktörlerin kimliklerinde, kullandıkları söylemlerde ve siyaset tarzlarında meydana gelen değişimler, kendi içlerinde gerçekleşen bölünmeler ve ittifaklar incelenecektir. Türkiye’de modern kategorilerin zemininin gittikçe muğlaklaşması, yaşanan gelişmeleri modern siyasal teorilerin temelci ve indirgemeci yöntemleri aracılığı ile incelemeyi ve açıklamayı oldukça zorlaştırmaktadır. Bu nedenle çalışma, 2011-2020 arası süreci post-temelci bir perspektiften, Laclau ve Mouffe’un söylem teorisi aracılığı ile incelemektedir.
Bu kitabı yazarken en çok zorlandığım alan teşekkür kısmı olsa gerek. Gerçekten de lafı bu kadar uzatmamın nedeni bu dar alandan sürekli kaçmak isteği. Çünkü kimlere ne kadar teşekkür etsem azdır. Ama yine de bu çalışmada emeklerini ve katkılarını asla ödeyemeyeceğim iki yaşam ustası, hocalarım Prof. Dr. Ahmet Nohutçu’ya ve Prof. Dr. Âlim Yılmaz’a, çalışmanın her aşamasının incelenmesinde ve değerlendirilmesinde gösterdiği titizlikten ve ilgilerinden dolayı Prof. Dr. Berdal Aral’a, eleştirileri ve yorumları ile çalışmanın sınırlarını gösteren Prof. Dr. Ahmet Kemal Bayram’a ve Prof. Dr. Hayrettin Özler’e, çalışmanın her satırını didik didik okuyup düzeltilmesine katkı sunan Dr. Emrullah Ataseven’e ve yapmış olduğumuz uzun muhabbetler ile zihnimi açan arkadaşlarım C. İlker Ayaz’a ve kadim dostum Yiğit Katkıcı’ya sonsuz minnet ve teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca bu çalışma boyunca göstermiş olduğu sabırdan ve vefakârlığından dolayı sevgili eşime, beni yetiştirip büyüten anne ve babama, canım kardeşime sonsuz teşekkür ederim.
Bunun ile birlikte, ilkokuldan üniversiteye, yüksek lisanstan doktoraya kadar ders aldığım tüm hocalarıma, Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde görev yapan akademisyeninden ve memuruna tüm personeline, hocalarıma, arkadaşlarıma abilerime, İstanbul’da doktora ders sürecinde haftada iki bazen daha çok evini bana açan ve misafir eden canım teyzem Emine Demirci ve yengem Hatice Karaca’ya, kendisi Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesinde Araştırma Görevlisi ve doktora tez aşamasında olan amcaoğlu Nahit Karaca’ya sonsuz teşekkürlerimi sunarım.
Son olarak teşekkür etmek zorunda olduğum birileri daha var. Ama onların bazılarını tanıyorum bazılarını tanımıyorum. Onlar daha çok tavır ve davranışları ile beni şaşkınlığa düşüren, bazen korkutan bazen de heyecanlandıran, aklımı karıştıran nesnelliğin ve kelimelerin sınırlarını deneyimlememi sağlayan kişiler. Bu kişileri ve olayların birçoğunu hatırlamıyorum ama bende onlardan bazı şeylerin kaldığını biliyorum. Hem ne demek istediğimi daha açık ortaya koyma açısından, okuyucunun da affına da sığınarak şu anda aklıma gelen bir kişi ve olay üzerinden, tüm bu anonim kişilere de teşekkürlerimi sunmak isterim.
Faik Sarıoğlu, Ankara- Polatlı’da Menteşe mahallesinde kimsesiz evsiz barksız bir amcamızdı. Mahalle eşrafı genellikle buğday tarımı ile uğraştığından ekilişlerde ve harmanlarda herkese yardıma gelirdi. Yanlış hatırlamıyorsam 2003-2004 yıllarında ben üniversite sınavlarına hazırlanırken, ekim sonuna birlikte ekilişe çıkmıştık. Çöplük denilen mevkide bir tarlamız vardı. Römorkta, Faik amaca ben yanlış hatırlamıyorsam kardeşim ve bir kaç kişi daha vardı. Tarlaya gelmek üzereyken Faik amcanın ağladığını gördüm. Yanına yaklaştığımda bana çöplükte parçalanmış lastikleri kemiren iki köpeği göstererek, o kalın sesi ile ‘aha yeğenim işte ben bunlara bakıp bakıp ağlıyorum’ dedi. Ben de lastikleri kemiren köpekleri görüyordum ama bana bir şey ifade etmiyordu. Köpekleri en sevdiğim hayvanlardı. Babam yıllar önce kalın bir köpek ansiklopedisi almıştı, defalarca okumuştum. Farklı türlerini, farklı cinslerini, hepsinin temel özelliklerini, karakterlerini saf kan mı? Kırma mı? Bir bakışta listeleyebilirdim. Ama o gün römorkta Faik amcanın köpeklerde benim fark etmediğim başka bir şeyi fark etmişti? Bunun cevabını yıllar sonra doktora sürecinde öğrenecektim. Bu fark, bu çalışmanın düşünsel ve teorik temellerini oluşturan, geçtiğimiz yüzyılın son çeyreğinden itibaren akademik dünyayı kasıp kavuran, Heidegger’in ‘ontolojik fark’ı idi.